15 Mart 2010 Pazartesi

2. Gün

Ertesi gün konu bir yemek sofrasında devam eder…

SABRİ: Arkadaşlar bütün gece düşündüm, hala cevaplayamadığım bir soru buldum. Tamam herşey beyinde algılanıyor ama dışarıda da bunların asılları aynen benim gördüğüm şekilde olmalı, eğer olmasaydı seninle konuşabilir miydik? Benim söylediklerimi nasıl anlıyorsun? Demek ki karşmda başka insanlar var ve onlarla ortak dili konuşup ortak tatları alıyoruz. Mesela yemek hepimize aynı tadı verdi, salatadaki limon hepimiz için ekşiydi, demek ki dışarıda herkesin yediği ortak bir yemek lezzeti, ortak bir limon tadı var. Veya fabrikaya gittiğimde işçiler orada çalışyorlar ve onların işbölümü ile ürettikleri malları biz satıyoruz. Ben muhatap olmasam da dışarıda bu dünya aynen var. Öyle değil mi?

MURAT: Sabri Bey bunu sorduğunuz iyi oldu, böylece dün konuştuğumuz şeyleri hatırlama imkanı bulduk. Şimdi baştan başlayıp adım adım gidelim. Birincisi bizim dünya dediğimiz bütün görüntü, ses, koku, tat ve her türlü hissin beyinde olduğunu dün bilimsel olarak ortaya koymuştuk ve siz de kabul etmiştiniz öyle değil mi?

SABRİ: Doğru!

MURAT: O zaman beni nerede görüyorsunuz?

SABRİ: Beynimde.

MURAT: Peki ya sesimi nerede duyuyorsunuz?

SABRİ: Beynimde…

MURAT: Bu oda, odadaki eşyalar, Sibel ve Tolga'ya ait ses ve görüntüler nerede oluşuyor?

SABRİ: Onlar da beynimde ama…

MURAT: Yediğiniz limonun ekşi tadını nerede hissediyorsunuz?

SABRİ: Tamam anladım o da ve siz de beynimin içindesiniz!

MURAT: Aynı şekilde eviniz, aileniz, işyeriniz, işçileriniz, ürettiğiniz mallar, seyrettiğiniz televizyon, gittiğiniz bir ülke, onların konuştuğu yabancı dil ve bunlara ait her türlü bilgi ve bunların arasında kıyas yapmanızı sağlayan hafıza da beyninizde değil mi?

Bakın bu önemli gerçekle ilgili Bertrand Russell ve L. Wittgeinstein gibi ünlü filozofların düşünceleri şöyledir: "… örneğin bir limonun gerçekten var olup olmadığı ve nasıl bir süreçle varlaştığı sorulamaz ve incelenemez. Limon, sadece dille anlaşlan tat, burunla duyulan koku, gözle görülen renk ve biçimden ibarettir ve yalnız bu nitelikleri bilimsel bir araştırmanın ve yargının konusu olabilir. Bilim, nesnel dünyayı asla bilemez."6

SİBEL: O halde bir yiyeceği tattığımızda bir başkasının o yiyecekten aldığı tadın veya bir sesi duyduğumuzda başka birisinin duyduğu sesin bizim algıladıklarımız ile aynı olduğundan emin olmamız mümkün değildir. Böyle söyleyebilir miyiz?

MURAT: Evet Sibel. Çok doğru ifade ettin. Ünlü bilim adamı Lincoln Barnett de bu konuyu tam olarak şöyle ifade ediyor: "Hiç kimse kendisinin kırmızıyı ya da do notasını duyuşunun başka bir insanınki ile aynı olup olmadığını bilemez."7 Biz ancak duyu organlarımızın bize ilettiği kadarını bilebiliriz. Çünkü dışmızdaki somut gerçekliğe doğrudan ulaşmamız mümkün değildir. Onu da yorumlayan beyindir. Aslına hiçbir koşulda ulaşamayız. Dolayısıyla aynı şeyden söz ettiğimizi düşündüğümüzde dahi, aslında herkesin beyni farklı bir şey algılıyor olabilir. Bunun sebebi algılanan şeyin algılayana bağlı oluşudur.

İşte görüyorsunuz, her an sadece algılardan oluşmuşbir görüntüyü seyrettiğimiz, dışmızdaki nesnelerin asıllarıyla hiçbir şekilde muhatap olamadığımız konusunda yapılacak bir itiraz veya getirilecek aksi bir delil yoktur. Bu aşamadan sonra insanın bunu kabul etmesini engelleyen şeyler samimi şüpheler değil, önyargı, dünyaya bağlılık, hırslar gibi kişisel sorunlardır.

SABRİ: Biraz düşünmem lazım!

SİBEL: Dünden beri bu konuyu düşünüyorum. Aklımda hiç şüphe kalmadı ama insanın alışması biraz zor oluyor; çünkü gördüğüm şeylerdeki sonsuz sayıdaki ayrıntı dikkatimi dağıtıyor. Murat, bir soru da ben sormak istiyorum. Bu mükemmel görüntüler nereden geliyor? Gerçi cevabını tahmin ediyorum ama sen anlatırsan daha iyi olur.

TOLGA: Ben daha önce bir şey eklemek istiyorum. Dün gece Murat'ın anlattığı konularla ilgili çok sayıda kitaba baktım. Ayrıca internette de uzun bir vakit geçirdim. Sabaha kadar bu konuyu araştırdım. Aslında senin de söylediğin gibi Eflatun'dan Muhyiddin Arabi'ye, Immanuel Kant'tan George Berkeley'e kadar düşünürlerin büyük bir kısmı bu konuyu bir şekilde anlamışve anlatmış. Ancak yaşadıkları dönemin koşulları ve karşt görüşlerin baskısı, konunun tam olarak anlaşlmasını ve yaygınlaşmasını engellemiş. Bir kısmı da keşfettikleri şeyi yanlışdeğerlendirmişler. Ben bunları inceledikten sonra, bu konuyu yabancı kaynaklarda biyoloji, fizik ve anatomi açısından da araştırdım ve herşeyin algıda anlam kazandığı ve beynimizdeki bir görüntüyü seyrettiğimiz konusunda hiç şüphem kalmadı.


Buraya kadar anlatılan gerçekler ortaya koymaktadır ki insan yaşamı boyunca muhatap olduğu herşeyi aslında beyninde görmektedir. Örneğin bir gökdelenin 20. katından pencereyi açıp dışarı baktığınızda gözünüzün önünde duran tüm şehir, binalar, insanlar, iş yerleri, arabalar, caddeler, sokaklar, gökyüzü, deniz, burada saydığımız ve sayamadığımız herşey aslında yalnızca ve yalnızca beyinde algılanan bir görüntüden ibarettir.

MURAT: Tolga, çalışman için seni kutlarım. Maddenin bir algılar bütünü olması gerçeğini yarım anlayanlar; "Bu bir idealizmdir, bilinen eski bir felsefedir." diyerek konuyu geçiştirmeye çalışmaktadırlar. Oysa bu, geçiştirilecek bir konu değildir. Bütün insanlık için ehemmiyeti çok büyük olan fevkalade önemli bir gerçektir. Senin de söylediğin gibi bu konu ne düşünce dünyasında ne de bilim dünyasında yeni bir konu değil. Bilimin henüz çok fazla gelişmediği çağlarda da düşünen bazı bilinçli kişiler bu konuyu ya ilahi kitaplar ve elçilerin yol göstermesiyle ya da tefekkür yoluyla fark etmişlerdir. Biraz önce de bazı düşünürlerden alıntılar yaptık zaten.

Felsefenin iki kolundan biri olan idealizm ve ilahi dinlerde rastladığımız tasavvuf bu konuyla yakından ilgilenmiştir. Ayrıca gelişen bilimle beraber fizik, astronomi, atom fiziği, psikoloji, biyoloji, tıp gibi bilimler ister istemez bu gerçeğin teknik yönlerini ortaya çıkarmıştır. Bu yüzden bu konunun insana yabancı gelmesi, bu saydığımız konulara uzak olmasından kaynaklanmaktadır. Halbuki bugün liselerdeki biyoloji derslerinde bile algıların beyinde oluşması konusu etraflıca anlatılmaktadır. Yani her insan okulda öğrendiği birkaç biyoloji bilgisiyle bile bu gerçeği kavrayabilir.

TOLGA: Böyle çok bilinen bir konudan haberdar olmamak inanılacak gibi değil! Bunu düşünmeyi engelleyen insanların amaçlarını anlayamıyorum!

MURAT: Senin de söylediğin gibi, hem bu gerçeği keşfeden kişilerin içinde bulundukları koşullar, hem bu kişilerin büyük bir kısmının yaptığı yanlışyorumlar ve en önemlisi insanların bu konuya karşolan tepkileri bu konunun bütün dünya tarafından anlaşlmasını engellemiş. Maddeci dünya görüşü bu gerçeği saklamak, yalanlamak, engellemek için her türlü çareye başvurmuştur. Mesela bu konuyu çok iyi anlamışbir filozof olan Berkeley, döneminin en büyük düşünürü olmasına rağmen bu konudaki çalışmalarına karş, Fransız materyalistleri başta olmak üzere yoğun bir hakaret ve karalama kampanyası başlatılmış, Berkeley deli olmakla bile suçlanmıştır ancak yazdığı eserler birçok kişinin gerçeği görmesine de vesile olmuştur.

Ve bilmelisiniz ki bu gerçeği anlamak, yepyeni ve gerçek bir hayata başlamak ve insanın hayata bakışaçısının tamamen değişmesi demektir. Bu durumda maddeyi mutlak gerçek zannettiren aldatıcı materyalist düşünceler ortadan kalkar. Gerçek evrenin farkına varılır. Kişi ömrü boyunca, bir algıdan ibaret olan görüntülerle hem eğitilir hem de imtihan olur. Sonsuzluk, zamansızlık, kader gibi konuların sırrı da bu gerçek içinde saklıdır.

SİBEL: Hem de çok büyük bir gerçek bu. Ama ben hala merak ediyorum. Lütfen bu görüntülerin kaynağını artık anlatır mısın bize?

MURAT: Evet, sıra Sibel'in sorusunda. İleride çok daha detaylarına gireceğim ama ben baştan sana bildiğin gerçeği söyleyeyim. Tüm bu görüntüleri bize izleten, algılar içinde bir hayatı yaşatan Allah'tır. Bu, apaçık bir gerçek. Ama Allah'ın sonsuz kudretini, herşeyi yoktan var ettiğini anlatmadan önce size biraz daha detay vermek istiyorum.

SİBEL: Evet, herşeyi Allah'ın bize izlettirdiği benim de çok iyi kavradığım bir konuydu. Ama dediğin gibi sen anlatacaklarına devam et. Sonra bu konuda benim de söylemek isteyeceğim bazı şeyler olacak.

MURAT: Şu anda biliyoruz ki bizim hayat olarak yaşadığımız herşey, gördüğümüz her görüntü, duyduğumuz her ses beynimizde oluşuyor. Bizim dünya dediğimiz şey, algılardan oluşan üç boyutlu bir görüntüdür. Dışarısı ile yani maddi dünya ile doğrudan muhatap olduğumuza dair bir bilgi, bir kanıt, bir ispat yok. O halde böyle hayali bir dünyanın da bize hiçbir faydası yok. Ömrümüz boyunca bize gösterilen görüntülerden başka bir şeyle muhatap olamıyoruz. Mesela bakın televizyonda ünlü bir sunucu var ve gazetecilerle röportaj yapıyor. Tolga, bu durumu sen bize açıklayabilir misin?


Dışarıyla muhatap olmadan yapay bir ortam oluşturulabileceğine dair en iyi örneklerden biri hipnoz olayıdır. Telkinle hipnotize edilen bir kişiyi sıcağın soğuk, tuzlunun tatlı olduğuna inandırılabilir kendisinin o an stüdyoda olduğu halde deniz kenarında tatilde olduğunu sanmasını sağlayabilirsiniz.

TOLGA: Bu sunucu belki farkında değil ama aslında o televizyona çıktığında kalabalığa karşşov yapmıyor, beyninin içindeki görüntüye şov yapıyor, yani yaptığını zannediyor. Basın toplantısı yaptığını zannederken aslında beyninin içindeki basın mensubu görüntülerine basın açıklaması yapıyor, yani yaptığını zannediyor. Mesela bu sunucunun programını seyreden kişiler de, her biri ayrı ayrı beyinlerinde sunucuyu görüyorlar. Sunucu da kendi beynindeki salonda kalabalık bir halk görüntüsünü görüyor. Onlara bir şey anlatmaya niyet ediyor. Halbuki tüm bunlar, içi kapkaranlık olan beyninin içinde gerçekleşiyor.

MURAT: Tolga bu konuyu çok güzel ifade etti. Ancak insan bu şekilde düşünmeye pek alışk değildir. Bu nedenle daha bol örnek üzerinde konuşalım isterseniz. En sevdiğiniz programlar hangi kanalda oluyor? Durun diğer kanallara da bakalım.

TOLGA: Bakın burada da bir talk-show var! Daha önce izlemişmiydiniz? Bu programda hep hipnoz gösterisi yapıyorlar. Murat, bu hipnoz da bizim konumuzun içinde değil mi?

MURAT: Neredeyse unutuyordum! Elbette, hipnoz bu konunun daha iyi anlaşlmasına yardımcı olabilir. Ekrandaki hipnozcuya bakın. Yaptığı telkinlerle, seyircilere olmadık şeyler yaptırıyor. Bakın şu çocuk kendini ünlü bir futbolcu, bütün minderleri de top olarak görüyor. Şu bayan her tarafta lekeler görüyor ve elindeki bezle onları silmeye çalışyor. Uzun boylu çocuk etrafında gördüğü herkesi uzaydan gelmişbir yaratık zannediyor.


Halka açık bir hipnoz seansında tüm izleyiciler hayretle hipnotize edilen kişiyi izlerler. Bunun nedeni bu kişinin kendisine telkin edilen ortama inanması ve ona göre davranmasıdır. Örneğin kendisine ünlü bir futbolcu olduğu telkini verildiğinde elindeki yastığın da aslında bir top olduğu söylendiğinde bu telkin kişiye öylesine inandırıcı gelmektedir ki yastıkla bir top gibi oynamaya çalışmaktadır.

İşte siz de gördünüz. Rüya gibi, hipnoz esnasında da kişiye verilen suni telkinlerle hiç olmayan bir dünya inşa edip, hipnoz olmuşkişiyi bu dünyada yaşatmak mümkündür.

SİBEL: Doğru, şimdi bu çocuğa gidip "bunların hepsi hayal, sana hipnoz yaptılar, aslında ne sen ünlü bir futbolcusun ne de bu tekmelediğin şeyler top!" desek çok negatif bir tepkiyle karşlaşabiliriz. Şu anda kalabalık bir salondasın, yüze yakın kişi senin hipnoz seansını izliyor desek, söylediklerimize kesinlikle inandıramayız.

MURAT: Evet haklısın, şimdi gelelim bugünün konusuna, dün ve bugün, "Herşey algılardan oluşuyor ve bunlar sonunda gelip beynin ilgili merkezine ulaşyorlar ve biz de orada algıladığımız bu görüntülere bir anlam veriyoruz" demiştik. Burada üç tane önemli soru var. Birincisi, bütün bu işleri beyin mi yapıyor? İkincisi, bu görüntüyü seyreden yani ben dediğimiz şeyin mahiyeti nedir? Üçüncüsü de bu görüntülerin kaynağı ve bize gösterilmesinin sebebi nedir?

TOLGA: Tabii ki bütün bu işleri beyin yapıyor. Düşünsene, beynimiz olmasaydı ne görüntü kalırdı ne de his!

SABRİ: Doğru söyledin.

MURAT: Yani sizce bu görüntüleri gören, hisseden, gülen, ağlayan, vicdan, ahlak gibi daha sayısız manevi değere sahip olan şey beyin midir? Beyin ortalama 1.5 kiloluk bir et parçası değil midir? Beynin maddi varlığının gördüğümüz diğer nesnelerden bir farkı var mıdır? Bunları bir düşünün. Beyin de kol gibi, bacak gibi bir görüntü değil mi?

SİBEL: Haklısın. Bunu hiç düşünmemiştim!

SABRİ: Bir dakika sen ne demek istiyorsun! Yani beyin de mi beynin içinde algılanan bir görüntü? O zaman biz herşeyi nerede görüyoruz söyler misin?

MURAT: Şaşıracağınız bir konuyla bu sorunu açıklamaya çalışacağım. Şimdi anlatacağım konuyu belki de ilk defa duyacak olabilirsiniz. Biraz evvel nasıl gördüğümüzü ve duyduğumuzu anlatırken kulağımıza gelen ses dalgalarının sinirlerle bir elektrik sinyali olarak beyne iletildiğini ve duyma işleminin beyinde gerçekleştiğini anlatmıştım. Ancak tüm bunlardan daha dikkat çekici olan, beynin içinde, tüm bu kusursuz işlemlerin sonucunda üç boyutlu ve rengarenk görüntüyü gören, sesleri hiçbir kusur olmadan duyan, yüzlerce farklı tadı birbirinden ayırt edebilen, düşünebilen, hissedebilen, hesap yapabilen bir varlığın bulunmasıdır. Beyin sadece gözden, kulaktan, burundan, dilden, deriden gelen elektrik sinyallerini kendinde toplar. Ancak beynin içinde bu sinyalleri yorumlayan, yani görüntüyü gören bir başka varlık vardır. Bunları beynindeki hücrelerin yaptığını söyleyemezsin değil mi Sibel?

SİBEL: Tabii ki Murat, hücre dediğin şeyin gözü, kulağı yok ki görsün, işitsin!


İnsanın beyni de karşısındaki tüm bu görüntüler bütününe dahildir. kasaptan aldığınız bir beyni düşünün; bunu da elinizde tutar, gözünüzle görür ve duyu organlarınızla tanırsınız. Aynı şey sizin beyniniz için de geçerlidir. Üstelik beyin denilen bu et parçasının sevinmesi, üzülmesi, kendisine ulaşan elektrik sinyallerini yorumlaması, yüzlerce farklı sesi, kokuyu ve tadı ayırd etmesi mümkün değildir.

MURAT: Evet, işte şaşırtıcı olan da budur. Bu varlık göze ihtiyaç duymadan gören, kulağa ihtiyaç duymadan duyan, gördüklerini işittiklerini idrak eden bir varlıktır. Bilim adamları da bu konuda açıklamalar yapmışlardır bugüne kadar. Örneğin R.L. Gregory isimli yazar bu konuyla ilgili durumu şöyle açıklamıştır: "Gözlerin beyinde resimler oluşturduğunu söylemeye yönelik bir eğilim söz konusudur, fakat bundan kaçınmak gerekir. Beyinde bir resim oluştuğu söylenirse bunu görmesi için içte bir göz daha olması gerekir -fakat bu gözün resmini görebilmek için bir göze daha ihtiyaç olacaktır,... ve bu da sonsuz bir göz ve resim olması anlamına gelir. Bu mümkün olamaz."8 Gördüğünüz gibi, bu yazar aslında durumu anlamışve açıkça ifade etmiştir. Ama materyalist görüşleri nedeniyle "içteki göz"ün kime ait olduğunu cevaplayamamışve gerçeği baştan reddetmiştir. Karl Pribram da bilim ve felsefe dünyasında, algıyı hissedenin kim olduğu ile ilgili bu önemli arayışa dikkat çekmiştir: "Yunanlılardan beri, filozoflar "makinenin içindeki hayalet", "küçük insanın içindeki küçük insan", vb. üzerine düşünüp durmuşlardı. Ben -beyni kullanan varlık- nerededir? Asıl bilmeyi gerçekleştiren kim?" Assisi'li Aziz Francis'in de söylemişolduğu gibi: "Aradığımız şey bakanın ne olduğudur."9

Şimdi ben de size tekrar soruyorum, burada benim anlattıklarımı dinleyen, gördüğü resimlerle, şemalarla ilgili detayları soran, aklına takılan konulara cevap arayan bu şuur –beyninizin içindeki hücreler ve algı merkezleri değilse- kimdir?

TOLGA: Nasıl yani, beynimizde bizim söylediklerimizi, sorularımızı dinleyen ve yorumlayan bizim bilmediğimiz biri mi var?

MURAT: Sorduğun sorunun cevabı çok önemli Tolga. Çünkü bugüne kadar yapılan incelemeler ve gözlemlerle böyle bir merkeze, varlığa rastlanmamıştır dedim. O halde insanın beyninde oluşan bu sesi, müziği, insan konuşmasını dinleyen insanın şuurudur.

TOLGA: Şuur mu dediniz? Peki bu şuur beynimizin içinde nerede?

MURAT: Şuur derken beyni oluşturan sinirler, yağ tabakası, sinir hücrelerinden bahsetmiyorum. Bu şuur, Allah'ın yarattığı ve insana vermişolduğu RUH‘tur. Ruh, görüntüyü seyretmek için göze, sesi duymak için kulağa ihtiyaç duymaz. Bunların da ötesinde düşünmek için beyne ihtiyaç duymaz. Bu, Allah'ın bir mucizesidir.

SİBEL: O halde gerçekte gören, duyan, hisseden yalnızca ruhumuzsa duyu organlarımızın sadece bir araç olduğunu söylememiz doğru olur mu?

MURAT: Elbette, Sibel. Bu, açık bir gerçek.

SİBEL: Bu gerçek insanı heyecanlandırıyor.

SABRİ: Üstelik hem şaşrtıyor hem de düşündürüyor. İnsan hiçbir şeye gücünün yetmediğini bir kez daha anlıyor ve Allah'ın büyüklüğüne şahit oluyor.


Aslında her insan kendi ekranıyla yani kendi ruhuna gösterilen görüntülerle muhataptır. Aynı mekanda bulunsalar da hiçkimse bir başkasının muhatap olduğu görüntüleri bilemez. Her insan kendi "ekranında" gösterilen görüntüleri görebilir.

MURAT: Söylediğiniz çok doğru Sabri Bey. Sizin gibi bu açık ve ilmi gerçeği öğrenen her insanın aslında beynin içindeki birkaç santimetreküplük, kapkaranlık mekana tüm kainatı üç boyutlu, renkli, gölgeli ve ışklı olarak sığdıran Yüce Allah'ı düşünüp O'ndan korkup O'na sığınması gerekir.

TOLGA: Ben de anlıyorum! Beynimizle de bir algı olarak muhatap olabildiğimize göre bunları gören, algılayan, bir tek şey olabilir. O da, Allah'ın yarattığı ve hepimize verdiği ruhumuzdur. Ruhun görüntüden farklı, özel bir varlık olduğu belli. Bugüne kadar bütün bu özelliklerin beyne ait olduğunu nasıl düşündüm bilmiyorum!

MURAT: Ruhun bir özelliği ise gördüğü görüntüden etkilenmesidir. Görüntüler ruhta doygunluk, acı, neşe, korku gibi hislerin oluşmasına yol açar. Yani bu görüntüler ruhu etkileyecek, ruh ise bu görüntülerden etkilenecek şekilde yaratılmıştır. Bu şekilde kendimizi kişiye özel bir dünyada, bir imtihan ortamında buluruz. Böylece dünya hayatı dediğimiz şeyin ruh tarafından seyredilen özel görüntüler olduğu ortaya çıkar.

SİBEL: Ruh tek başınaysa ve sadece görüntüleri algılayan varlık durumundaysa bu görüntüleri bize seyrettiren, ruh dışnda üstün bir varlık vardır. Ayrıca bu görüntüleri bize seyrettirmesinde de mutlak bir amaç vardır.

MURAT: Evet Sibel. Aslında hiç bu kadar uzatmadan bir seferde anlaşlabilecek bir durum bu. Senin de bildiğin gibi bize herşeyi seyrettiren, üstün ilim sahibi Allah'tır.

Bu görüntüler kesintisiz olarak ruhumuza izlettirilir. Allah bu şekilde hepimizi kendi dünyamızda yaşatmakta ve imtihan etmektedir.

SİBEL: Bunu bir televizyon yayını gibi de düşünebiliriz değil mi? Yani Allah, dünya olarak algıladığımız görüntülerin belirli bir hikmet ve ilimle ruh dediğimiz varlık tarafından algılanmasını sağlar. Bu yayın kesilmediği ve değişmediği sürece, yani Allah bize dilediği görüntüleri gösterdiği sürece biz hiç farkına varmadan olaylara tepki veririz, halbuki biz ruh ve ruhun seyrettikleri dışnda bir dışdünya ile muhatap değilizdir.

MURAT: Elbette! Ruhun varlığı açık bir şekilde ispatlandıktan sonra geriye bu görüntülerin kaynağı ve sebebi kalıyor. Ayrıca bütün bu öğrendiklerimizden çıkaracağımız hayati öneme sahip sonuçlar var. Birinci konu, görüntülerin kaynağı ve mahiyetidir. Artık biliyoruz ki biz maddi bir varlıkla muhatap değiliz ve sadece algılardan oluşmuşmükemmel bir dünya seyretmekteyiz. Bu görüntülerin mükemmelliği, yaratılışndaki sanat, ilim, hikmet gibi unsurlar bize üstün Yaratıcı'yı tanıtmaktadır. Herşeyi yaratan Allah'tan başka mutlak varlık yoktur. Allah'ın varlığı dışnda kalanlar bize Allah'ın görüntü olarak gösterdiği tecellileridir. Allah bütün gücün, aklın, ilmin, sanatın, kudretin, hikmetin sahibidir. Biz görüntüleri, görüntülerin yaratılışndaki üstün ilmi, ruhun görüntü karşsındaki durumunu düşünerek Allah'ın varlığının ve sıfatlarının en mükemmel şekilde farkına varırız. Eğer biz bu gerçeği bu şekilde bilmezsek, Allah'a iman konusunda büyük eksiklikler yaşar, çok yanlışkanaatlere sahip oluruz.

SİBEL: O halde Allah'tan başka varlık yoktur.

MURAT: Elbette Allah'ın varlığı dışnda mutlak anlamda bir varlık yoktur, olması da mümkün değildir. Varlıklar, bizim için sadece ruhun gördüğü görüntüler, gece gördüğümüz rüyalar gibi bir hayal, bir algı şeklinde vardır. Bunun dışnda bir şeyin mutlak olarak var olduğunu iddia etmek, onunla muhatap olabildiğini söylemek yanlışbir inançtan kaynaklanmaktadır.

Ayrıca, herşey Allah'ın yarattığı bir algı olduğu için, hiçbir varlığın da Allah'tan bağımsız bir güç ve iradesi yoktur. Bazı insanlar Allah'ın varlığını anlatmaya çalışrken, "Allah'ı göremiyoruz ama radyo dalgalarını da göremiyoruz ve radyo dalgalarının var olduğunu biliyoruz. O zaman Allah radyo dalgası gibi vardır" tarzında mantıklar kullanırlar ki bu çok yanlıştır. Bu mantıkla düşünen insan, maddeyi mutlak varlık kabul etmekte, Allah'ı ise (Allah'ı tenzih ederim) maddeyi çevreleyen soyut bir varlık gibi tahayyül etmektedir. Oysa gerçekte Allah mutlak varlıktır, diğer varlıklar O'nun yarattığı tecellilerdir. Allah vardır, diğer herşey birer gölge varlıktır.

SABRİ: Ama biz bu konuları böyle öğrenmedik! Yani tamam herşeyi Allah yaratmıştır, Allah'tan başka ilah yoktur ve en üstün sıfatlara sahiptir ama dünyada biz tamamen kendi irademiz ve aklımızla yaşarız. Yani insan kendi yolunu kendi çizer.

MURAT: Sabri Bey'in ifadesinden de anlaşlacağı gibi, Allah hakkında, kader hakkında birçok yanlışinanç yüzünden insanların kafası karışmışdurumda. Maddenin kendi başna Allah'tan bağımsız olduğuna inanan bir insan, elbette ki herşeyi kendi inancına göre değerlendirecektir. Allah'ın sonsuz gücünü, sonsuz ilmini, mutlak varlığını kavrayamayanlar, Allah'ın varlığı hakkında çok yanlışgörüşlere sahiptirler. O'nu göklerde bir yerde bulunan, dünya işlerine müdahale etmeyen bir varlık olarak tasvir ederken yaşadıkları dünyanın tek elle tutulur gerçeklik olduğuna inanırlar. Hatta az önce de belirttiğim gibi pervasızca asıl maddi varlıkların kendileri olduklarını, (Allah'ı tenzih ederim) Allah'ın ise bir hayal, maddi olmayan ruhani bir varlık olduğunu, maddeye de etki etmediğini düşünür ve savunurlar.

SİBEL: Ben de hep böyle düşünüyordum; çünkü bize böyle öğrettiler. Ama şimdi ne kadar yanıldığımı anlıyorum. Bu konu bizim dinimizde nasıl anlatılıyor?

MURAT: Bu konu Kuran'ın birçok yerinde açıklanmıştır. Bir kısım ayetlerin anlaşlmasında da anahtar rol oynamaktadır. Sizin gibi, maddenin bir nevi hayal olduğunu anlayan insanlar için artık herşey açık ve anlaşlır bir hale gelir. Böyle bir durumda insan, Allah'ın kendisine ne kadar yakın olduğunu bir anda kavrar. Böylece Allah hakkında yapılan yanlışyorumlar, insanların sahip olduğu yanlışinançlar da hemen gün ışğına çıkar. Allah'ın insana yakınlığı konusunu bugüne kadar çok fazla düşünmemişolabilirsiniz. Ama bu gerçekler düşünüldüğünde anlaşlıyor ki aslında hayatımız boyunca bize en yakın olan varlık, Allah'tır.

TOLGA: Hiç bu şekilde düşünmemiştim!

MURAT: Evet Tolga! Allah sana benden, Sibel'den, Sabri Bey'den hatta senin kendinden bile daha yakındır. Kaf Suresi'nin 16. ayetinde Allah insan için, "Biz ona şahdamarından daha yakınız" demektedir. İsra Suresi'nin 60. ayetinde ise "Muhakkak Rabbin insanları çepeçevre kuşatmıştır" şeklinde bu gerçek belirtilmiştir. Ancak bir insan, bedeninin "madde"den ibaret olduğunu zannettiğinde bu önemli gerçeği kavrayamaz. Örneğin "kendi" zannettiği yer beyniyse, dışarısı olarak kabul ettiği yer kendisine 20-30 cm. gibi bir uzaklıkta olur. Ama madde diye bir şeyle muhatap olmadığını, yalnızca zihnindeki algılarla karşkarşya olduğunu kavradığında artık dışarısı, içerisi, uzak, yakın gibi kavramlar anlamsızlaşr. Allah kendisini çepeçevre kuşatmıştır ve ona "sonsuz yakın"dır.

TOLGA: SONSUZ YAKINLIK! Daha önce bunu hiç düşünmemiştim. Çok açık, çok net ama aynı zamanda da bugüne kadar düşünmediğim bir gerçek. Gerçekten çok şaşrtıcı!

MURAT: Bakın bu konuyla ilgili başka ayetler de var. Bu ayetleri size söylemek istiyorum. Lütfen dinleyin.

Hele can boğaza gelip dayandığında,

Ki o sırada siz (sadece) bakıp-durursunuz,

Biz ona sizden daha yakınız; ancak görmezsiniz. (Vakıa Suresi, 83-85)

Bir başka ayette ise bu konudan şöyle söz ediliyor:

Kullarım Beni sana soracak olursa, muhakkak ki Ben (onlara) pek yakınım. Bana dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm. Öyleyse, onlar da Benim çağrıma cevap versinler ve bana iman etsinler. Umulur ki irşad (doğru yolu bulmuş) olurlar. (Bakara Suresi, 186)

TOLGA: Evet, ayetler çok açıklayıcı oldu. Gerçekten de sonsuz yakınlık derken neyi kastettiğini şimdi çok daha iyi anladım.

SİBEL: Açıkçası ben de anladım ve çok heyecan duydum. Allah her an benimle beraber, her dua ettiğimde duamı işitiyor, her yaptığımı, her düşündüğümü biliyor. Yani bana benden daha yakın. Bu, gerçekten çok büyük bir gerçek. İnsan bugüne kadar bunları nasıl düşünemediğini anlayamıyor.

MURAT: Maddenin gerçek mahiyetinin anlaşlması daha başka önemli gerçekleri de karşmıza çıkarır. Bu gerçeği düşünen insan Allah'tan başka bir mutlak varlık olmadığını, herşeyi Allah'ın yaratıp her an kontrol ettiğini anlar. Örneğin Neml Suresi'nin 64. ayetinde Allah, "halkı sürekli yaratmakta olan" olduğunu haber vermiştir. Yani herşeyin her an yaratıcısı Allah'tır. Fatır Suresi'nin 41. ayetinde bu gerçek, "Şüphesiz Allah, gökleri ve yeri zeval bulurlar diye (her an kudreti altında) tutuyor. Andolsun, eğer zeval bulacak olurlarsa, kendisinden sonra artık kimse onları tutamaz…" şeklinde açıklanmaktadır. Yani kainattaki herşey, her an Allah'ın hakimiyeti altındadır; O'nun izni ve yaratmasıyla varlığını sürdürmektedir.

TOLGA: Şimdi çok daha iyi anlıyorum. Yani biz herşeyi seyrediyoruz ve Allah'tan başka güç sahibi yok, demek ki ben bir şey yapıyorum derken o şeyi aslında Allah yaratıyor ben ise kendim yapıyormuşgibi hissediyorum değil mi?

MURAT: Çok doğru. Allah tarafından yaratılan ve ruh tarafından algılanan görüntülere müdahale etmek söz konusu değildir. Bize seyrettirilen görüntüde ne varsa onu görürüz. Bu görüntüyü değiştirmek, etki etmek mümkün değildir. Bu aşamada kader konusu da rahatça anlaşlır. Allah tarafından yaratılan bu dünya görüntüsünde ne seyrediyorsak o bizim kaderimizdir. Kendi hayatımız olarak algıladığımız belirli olayların akışnı bir filmi izler gibi seyrederiz. Bizim için takdir edilen kaderde ne varsa onu hisseder, onu algılarız. Bu konu Kuran'da, İnsan Suresi'nin 30. ayetinde: "Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.", Enfal Suresi'nin 17. ayetinde ise: "... attığın zaman sen atmadın, ama Allah attı..." şeklinde açıkça belirtilmiştir. Saffat Suresi'nin 17. ayetinde ise aynı gerçek: "Oysa sizi de, yapmakta olduklarınızı da Allah yaratmıştır." diye haber verilmiştir. Bu ayetler, insanın Allah'tan bağımsız olmadığını göstermektedir.


Yukarıdaki karelerde görülen kişinin her hareketi, her anı kendisi daha doğmadan çok önce kaderinde belirlenmiştir. Onun yaptığı yalnızca kaderini izlemektir. Arabaya yaklaşmak için attığı her adım, kolunu kapıya uzatması, kapıyı tutması, açması, içeri girmesi, oturması, kapıyı kapaması hepsi kaderinde var olan olaylardır.

SİBEL: Halbuki çevremizde çok yaygın olarak "kaderini yendi" veya "kader kurbanı oldu" gibi ifadeler duyuyoruz.

MURAT: Bu ifadeler bilgisizlikten, kader gerçeğini, Allah'ın sonsuz kudretini kavrayamamaktan kaynaklanıyor. Kaderi size en genel manada şöyle tanımlayabilirim: Kader, Allah'ın geçmiş, gelecek ve şu anı tek bir an olarak bilmesidir.

SABRİ: Bunu biraz daha açıklayabilir misin Murat? Henüz gerçekleşmemiş olayların bilinmesi nasıl olur?

MURAT: Sabri Bey, yaşanmamışbir olay insan için yaşanmamıştır. Allah ise zamana ve mekana bağlı değildir, zaten zamanı ve mekanı yaratan Kendisi'dir. Bu nedenle Allah için geçmiş, gelecek ve şu an hepsi birdir ve hepsi olup bitmiştir.

SİBEL: O halde kaderini yenmek diye bir şey olamaz.

MURAT: Evet Sibel, çok doğru ifade ettin. İnsan kadere müdahale edemediği gibi kaderinde olmadığı sürece bir adım bile atamaz. Mesela insanın ömrü uzamaz veya kısalmaz. Bu, Allah tarafından Kuran'ın Sebe Suresi'nin 30. ayetinde: "De ki: "Sizin için belirlenmişbir gün vardır ki, ondan ne bir an ertelenebilirsiniz, ne de (bir an) öne alınabilirsiniz" şeklinde belirtilmiştir. Buradan da anlaşlacağı gibi tesadüfen bir şey olmaz, kazayla veya şans eseri bir olayla karşlaşlmaz. Herşey Allah tarafından belirlendiği şekilde, belirlendiği vakitte meydana gelir. Bunu engellemek ya da değiştirmek insanların elinde değildir. Yani insanların böyle bir gücü yoktur.

TOLGA: İnsanlar ölüm, kaza, hastalık gibi durumlarda ya da işler kendi istedikleri şekilde gelişmeyince bir çeşit isyan duygusu yaşyorlar. Şimdi bunun ne kadar yanlışolduğunu daha iyi anlıyorum.

MURAT: Seyrettiğimiz her olay, her an Allah tarafından yaratıldığı için bir hikmet, bir hesap ve bir ilim taşr. Hiçbir şey boşyere yaratılmaz. Mesela bir işadamı Ankara'ya gitmek için uçağa biniyor ama son anda cüzdanını havaalanında unuttuğunu hatırlayıp uçaktan iniyor, o olmadan havalanan uçak düşüyor ve böylece işadamı ölmüyor. Böyle bir durumda kader gerçeğini kavramamışbir kişi, bu adam için "Ölümden kurtuldu, kaderini değiştirdi." gibi şeyler söyleyecektir. Aslında bu kişinin yaşadığı her an onun kaderinin bir parçasıdır. Uçağa binmesi, cüzdanı unutması, uçağın düşmesi ve dışarıdan bakan bir kişinin yaptığı yorumlar hep kaderinde vardır, bir değişiklik olmamıştır. Kader aslında tüm hayata hakim olan bir bütün şeklinde yaratılmıştır. Bu kader ilk yaratma anında bellidir.

TOLGA: Yani biz dünyaya gelmeden önce yaşayacağımız her olay bellidir, Allah tarafından bilinmektedir mi demek istiyorsun?

MURAT: Evet Tolga. Bak bunu sana yine Kuran'dan bir ayet ile açıklayacağım. Allah insanlara şöyle söylüyor: "Senin içinde olduğun herhangi bir durum, onun hakkında Kuran'dan okuduğun herhangi bir şey ve sizin işlediğiniz herhangi bir işyoktur ki, ona (iyice) daldığınızda, biz sizin üzerinizde şahidler durmuşolmayalım. Yerde ve gökte zerre ağırlığınca hiçbir şey Rabbinden uzakta (saklı) kalmaz. Bunun daha küçüğü de, daha büyüğü de yoktur ki, apaçık bir kitapta (kayıtlı) olmasın." (Yunus Suresi, 61) Bu ayetten de anlaşldığı gibi, yeryüzünde gerçekleşmişve gerçekleşecek olan her olay, henüz bu evren yaratılmadan Allah katında yazılmıştır. İşte bu nedenle de sen henüz dünyaya gelmeden, hatta senin annen, baban, deden bile dünyada yokken senin bugün burada bizimle bu konuşmayı yapacağın Allah tarafından bilinmektedir.

SİBEL: Ben yine kaderin yanlışanlaşlmasıyla ilgili bir örnek vermek istiyorum. Benim bir tanıdığım deri kanserine yakalanmıştı, çok az ömrü kaldı deniyordu ama yurt dışnda tedavi gördü ve iyileşti. O sıralarda böyle yorumlarla daha sık karşlaşyordum. "Ölümü yendi", "ömrü uzadı" gibi şeyler söylüyorlardı.

MURAT: Sizin de anladığınız gibi ömrün uzaması veya kısalması söz konusu değildir. Hasta olan kişi kaderinde hasta olduğunu, ölüme yakın olduğunu, tedavi olduğunu ve iyileştiğini görür. Bütün bu olaylar belirli bir sırada ilerler ama aslında tümünün sonucu baştan bellidir.


İnsan ne ile karşılaşırsa karşılaşsın, Allah'ın kendisi için yarattığı kaderi yaşamaktadır. Bir insanın hastalanması veya kaza geçirmesi de, bunun ardından bir ameliyat geçirip hayati tehlikeyi atlatması da, ve ardından yaşadığı her türlü olay da kaderinde önceden yazılıdır. Kaza geçirip iyileşen bir insan "kaderini yenmemiştir"; kaderinde kaza geçirip iyileşmek olduğu için bu olayları yaşamıştır.

Bu gerçeği öğrenince, bize karmaşk gelen ancak çözemediğimiz birçok konunun kolayca hallolduğunu görürüz. Burada en önemli konu, Allah'ın tek mutlak varlık, tek güç sahibi olması ve herşeyi sarıp kuşatmasıdır. Bu durumda Allah bize şah damarımızdan da yakındır. Herşey kontrolü altındadır, herşey Allah tarafından en güzel şekilde düzenlenip belirlenmiştir. İnsan sadece kendi için belirlenmişkaderi seyreder. Bu ise her türlü maddi veya manevi endişeyi, gelecekle ilgili korkuları yok eder. İnsanın dünyaya yönelik tutku ve hırsları önemini yitirir, yalnızca Allah'ın rızası önem kazanır. Böylece insan, olayları gerçek anlamıyla ve doğru bir şekilde görüp yorumlar. Herşeyin yaratıcısı ve mutlak hakimi üstün yaratıcı olan Allah'ın gücünün ve hakimiyetinin farkına varır.

TOLGA: Bu anlattıkların çok hassas ve çok önemli konular. Bunu yanlışanlayanlar, yanlışyorumlayanlar olmuşmu geçmişte?

MURAT: Çok haklısın! Tarihte bu tür sapkın anlayışlar olmuş. Mesela bazı akımlar konuya tek açıdan bakmışve "ibadete ne gerek var, zaten herşeyi Allah yapıyor" demişler ve ibadetleri terk etmişlerdir. Bazıları ise "insan boşuna uğraşyor" diyerek miskin bir davranışbenimsemiş, hiçbir şey için çaba göstermez olmuşlardır. Daha da sapkın bir görüşe sahip olanlar ise kendilerini (Allah'ı tenzih ederiz) Allah ile bir görecek derecede ileri gitmişlerdir. Bu tarz sapkın görüşlere kapılan kişilerle ilgili olarak Enam Suresi'nin 148. ayetinde, "Şirk koşanlar diyecekler ki: "Allah dileseydi ne biz şirk koşardık, ne atalarımız ve hiçbir şeyi de haram kılmazdık." Onlardan öncekiler de, bizim zorlu-azabımızı tadıncaya kadar böyle yalanladılar. De ki: "Sizin yanınızda, bize çıkarabileceğiniz bir ilim mi var? Siz ancak zanna uymaktasınız ve siz ancak "zan ve tahminle yalan söylersiniz.", denilerek zan üzerine hareket eden bu tarz kişilerin aslında yalancı oldukları vurgulanmıştır.

SİBEL: Bu çok önemli bir nokta. Biraz daha detaylandırabilir misin?

MURAT: Burada bilmemiz gereken çok önemli bir konu var. Allah dünyada bir imtihan ortamı yaratmışve insanlara elçiler ve kitaplar göndererek onlara doğru yolu ve sorumluluklarını bildirmiştir. Biz, beden görüntüsüyle bağlı olduğumuz bu imtihan ortamında Allah'ın bize bildirdiği şekilde davranmakla yükümlüyüz. Yani biz bu görüntülere verdiğimiz tepkilerin sorumluluğunu taşyoruz. Ahirette, bu görüntü ortamında yaptığımız şeylerin karşlığını cennet veya cehennem olarak göreceğiz.

SİBEL: Hem hiçbir şeyi biz yapmıyoruz hem de yapıyoruz öyle mi?

MURAT: Sibel konunun iki yönü var; birincisi zahiri yani görünen yönü. Bu açıdan bakıldığında insan her yaptığı şeyden sorumludur. Biz, beden görüntüsüyle bu dünyaya bağlıyız ve ruhumuz bu görüntü dünyasında meydana gelen olaylardan etkileniyor. Allah bize böyle bir his veriyor. Yani acıkınca beden görüntüsünü yemek görüntüsüyle doyurmak zorundayız. Beden hastalanınca, doktor ve ilaç görüntülerine başvurmalıyız, yorulunca uyumak ve dinlenmek zorundayız. Bütün bu olayların ve hislerin yaratılışnda sonsuz bir ilim ve hikmet vardır. İşte bu nedenle ilk bakışta bize bu şekilde görünen hayatın esas anlamını anlamak ve gerçeği görmek olayın ikinci, yani batıni yönüdür. Bu gerçeği keşfeden insan aslında Allah'tan bağımsız hiçbir gücü olmadığını, sadece zihnindeki dünya ile muhatap olduğunu ve tüm gücün Allah'a ait olduğunu anlar. Böylece hayata ve dünyaya gerçek değerini verir.

TOLGA: Yani bu konuyu bilen bir insan da hastalanır, doktora gider, ilaç içer ama bunları yaparken aslında kaderini seyrettiğini, bu olaydaki hikmeti, hastalığı verenin ve iyileştirenin Allah olduğu fark eder ve tepkileri de buna göre olur değil mi?

MURAT: Tebrikler Tolga. Senin de söylediğin bu konu Şuara Suresi'nde şu şekilde bildiriliyor: "Ki beni yaratan ve bana hidayet veren O'dur. Bana yediren ve içiren O'dur. Hastalandığım zaman bana şifa veren O'dur. Beni öldürecek, sonra diriltecek olan da O'dur. Din (ceza) günü hatalarımı bağışlayacağını umduğum da O'dur." (Şuara Suresi, 78-82) Bütün gücün Allah'a ait olduğunu, Allah'tan başka dost ve yardımcı olmadığını anlayan insan bu sayede, Allah inancında ve ibadetlerinde tam bir samimiyeti yakalar. Bu olayın şuurunda olduğu sürece dünyanın yıkıcı ve bozucu etkilerinden kurtulmuşolur. İlaç içer ama iyileştirenin Allah olduğunu bilir, yemek yer ama doyuranın Allah olduğunu bilir yani aynı hayatı yaşamaya, gerçeğin farkında olarak devam eder.

SABRİ: Murat çok güzel, çok doğru söylüyorsun ama şimdi beni bu dünyaya bağlayan evim, işim, bunca yıldır kazandığım mal mülk, ben ölünce adımı, soyumu devam ettirecek olan çocuklarım hakkında bir şey söylemedin. Eğer bu söylediklerini kabul edersem bunların asıllarıyla muhatap olmadığımı, yalnızca zihnimdeki kopyalarıyla muhatap olduğumu kabul etmem gerekiyor.

MURAT: Sabri Bey, isterseniz bugün biraz bu konuştuklarımız üzerinde düşünün ve yarın yapacağımız son sohbete mutlaka katılın. Çünkü yarın anlatacağım şeylerin büyük bir kısmı sizi ve sizin gibi düşünenleri ilgilendiriyor.

SABRİ: Tabii, zevkle katılırım. Zaten bu kadar açık bir gerçeği kabul etmemek niyetinde değilim; bu, göz göre göre gerçekten kaçmak olur. Ama tam olarak öğrenmek istediğim birkaç detay daha var.

TOLGA: Herşeyin zihnimde oluşan algılar olduğu, dışdünya ile asla muhatap olamadığım, ruh ve Allah'ın varlığı konusunda benim aklımda bir soru işareti kalmadı ama umarım konuyu daha da ilerletebiliriz. Bu arada ben de yeni sorular hazırlarım.

SİBEL: Murat, böyle muhteşem bir gerçek neden bazı insanları tedirgin ediyor? Hem de gerçeklere karşkulağını tıkamanın, gözünü kapamanın bir faydası olmadığı halde!

MURAT: Bunu düşünmek için bir gün vaktin var, yarın buluştuğumuzda sanırım bütün soruların cevabını vermiş olacaksın.