15 Mart 2010 Pazartesi

1. Gün

Bu önemli sohbetin ilk günü, bir hafta sonu şehir dışndaki yazlık bir evde başlıyor.

MURAT: Evet arkadaşlar, gönderdiğiniz mektuplar sayesinde sizi yakından tanıma imkanı buldum. Mektuplarınızda çok isabetli sorular sormuştunuz. Aslında bu soruların cevapları tahmin etmediğiniz kadar açık ve anlaşlır. Sohbetimiz ilerledikçe bunu siz de göreceksiniz. Bazı teknik konuları açıklamak için yanımda bazı resimler ve şemalar da getirdim.

Şimdi ilk soruyu kim sormak ister?

TOLGA: Ben konu hakkında fazla bir şey bilmediğim için en baştan başlamayı teklif ediyorum. Okuduğum kadarıyla yaşadığımız hayatın bir görüntüden ibaret olduğu ve bizim dışdünya ile hiçbir zaman muhatap olamadığımız söyleniyor öyle değil mi?

Duyma işlemi her insanın çok doğal karşıladığı bir işlem olsa da, alttaki şemada görüldüğü gibi aslında kompleks bir yapıyı gerektirir. Kulak kepçesine çarpan ses titreşimleri birçok aşamadan geçerek elektrik sinyallerine çevrilir ve sonra sinirler vasıtasıyla beyne ulaştırılır. Sesler beynimizdeki duyma merkezinde algılanır. Aslında beyin sesi geçirmez, yani beynin için, duyma merkezi dediğimiz yer tamamen bir sessizlik içindedir. Ama bu sessizliğin içinde biz, dışarının tüm gürültüsünü, çevremizdeki tüm konuşmaları duyarız.Bu, insanda hayret uyandıran büyük bir sırdır.

MURAT: Doğru!

TOLGA: İlk önce bu görüntünün ne demek olduğunu anlatırsan çok sevinirim.

MURAT: Tolga, senin uzmanlık dalın biyoloji öyle değil mi?

TOLGA: Evet!

MURAT: Bu konuyu anlamak için beşduyumuzun nasıl çalıştığını bilmek yeterli. Biz lisede okuduğumuz biyoloji derslerini hatırlarken, Tolga sen de bu konuda uzman olduğuna göre, bize en başta "görme duyusu" olmak üzere beşduyunun nasıl çalıştığını basitçe anlatır mısın?

TOLGA: Teknik olarak çok kompleks ve detaylı bir sistem var. Duyu organlarını tek tek anlatmaya kalkarsak bu, saatler sürer. Her duyu organı kendi içinde çok karmaşk sistemlere sahiptir, mesela sadece işitme organı olan kulak için ciltler dolusu kitap yazılmıştır ancak bu kompleks sistemi kısaca özetlemek ve bir şema halinde anlatmak mümkün ve bu şema beşduyu için de geçerli.

Dışarıdan uyarı dediğimiz, yani bizim sinir uçlarımızı uyaran ışk, ses, tat, koku, sertlik gibi bir dışetki duyu organlarımız olan göz, kulak, dil, burun ve deriye ulaşr. Burada ilk aşama başlar, sinir uçları bu uyarıyı alıp sinirler boyunca yol alabilecek bir elektrik sinyaline çevirirler. İkinci aşama olarak bu elektrik sinyalleri beynin bu konuyla ilgili görme, işitme, koklama veya tatma merkezlerine taşnırlar. Son aşamada beyin bunları algılayarak uygun tepkiyi verir.

MURAT: Teşekkürler Tolga çok güzel anlattın. Evet sistem bu şekilde çalışr ancak özellikle idrak aşamasında yani hissettiğimiz şeyin ne olduğunu anlama aşamasında sistem daha da kompleks bir hale gelir. Mesela biz burada oturuyoruz ve göleti seyrediyoruz, gölete ve çevreye ait görüntü sinyalleri, etraftan gelen çiçek kokuları, duyduğumuz kuşsesleri, oturduğumuz masanın sertliği gibi görüntüyü oluşturan sayısız ayrıntı biraraya geliyor, hafızamızda saklı bulunan bilgilerle kıyaslanıyor ve bulunduğumuz ortam beynin ilgili merkezinde anlamlı bir hale geliyor. Tolga şimdi bize söyler misin, mesela şu karşdaki ağacı gördüğümüzde nasıl bir işlem olur?

Yelkenliden göze gelen ışık ışınları burada elektrik sinyallerine dönüştürülür ve birçok işlemden geçerek beyne gelir. Yelkenlinin görüntüsü beyinde oluşur.

Koklama işleminde de aynı mantık görülür. Bir nesneden ya da yiyecekten gelen koku uyarıları elektrik sinyaline çevrilir, bir dizi işlemden geçirildikten sonra beyne ulaşır ve beyindeki koklama merkezlerinde algılanır.

TOLGA: Çok basit, ağaca ait bilgiler, yani ağacın rengi, uzaklığı, boyutları ışk sayesinde gözüme taşnıyor. Gözün iç kısmında bu bilgiler elektrik sinyaline çevrilerek sinirlere iletiliyor, sinirler de bu bilgileri beynin görme merkezine taşyorlar. Görme merkezine ulaşan bu sinyalleri de beyin bir ağaç olarak algılıyor.


İnsan arkadaşlarıyla beraber geniş, aydınlık bir ortamda oturup sohbet ettiğini düşünürken, aslında bunları bir nevi sinema perdesinden izliyor gibidir. Arkadaşları da, çevresinde gördüğü uçsuz bucaksız manzara da beynindeki görme merkezinde oluşmaktadır ve o, hiçbir zaman beyninin dışındakilerle muhatap değildir.

MURAT: Yani bu ağaç şu an karşında mı duruyor yoksa beyninin görme merkezinde mi?

TOLGA: Tabii ki beynimdeki görme merkezinde.


Bahçede otururken şöyle bir etrafınıza bakın; ağaçlar, yerdeki çimenler, gökyüzündeki güneş, oturduğunuz sandalye, kolunuzu yasladığınız masa, dokunduğunuz bardak... Bunların tümü aslında duyu organlarınız vasıtasıyla tanıdığınız ve beyninizdeki elektrik sinyallerinin yorumlanmasıyla algıladığınız nesnelerdir.

SABRİ: Bir dakika. Tamam, ağacın görüntüsü benim beynimde olabilir ama ağaç da karşmda duruyor! Yani gidip o ağaçtan bir meyva kopartabilirim ya da ağaca yaslanıp gölgesinde oturabilirim, değil mi?

MURAT: Arkadaşlar lütfen acele etmeden konuları sırayla inceleyelim. Biraz düşünelim; ağacı ağaç yapan herşeyi, yani rengini, dallarını, yapraklarını beynimizin görme merkezinde algılarız, ağaca dokunduğumuzda ya da ondan bir meyva kopardığımızda hep beşduyumuzun yani görme, işitme, tat, dokunma ve koklamanın beynimize ulaştırdığı görüntüyü, sesi, tadı, kokuyu ve dokunma hissini yaşarız. Hiçbir zaman algılarımız dışnda bir şeyle muhatap olamayız. Yani görme algımız olmazsa göremeyiz, işitme algımız olmazsa duyamayız. Aslında tüm yaşantımızı beşduyumuzla beynimizde algıladığımız şeyler oluşturur.

SABRİ: Tamam bunu kabul ediyorum ama bakın işte şu nefis kekleri uzanıp alıyorum ve afiyetle yiyorum. Ben bu keki yediğime ve hatta bu kek bana enerji verdiğine göre bunun aslı ile muhatap olamıyorum demek doğru olur mu? Biz aslı ile muhatap olmadığımız bir şeyden böyle bir tat alabilir miyiz?

MURAT: Aslında biraz önce ağaç örneğinde bunun cevabını vermiştik. Yani kek de, ağaç da, masa da sizin beyninizin algı merkezinde. Ama merak etmeyin! Biraz sonra konuşacağımız örnekler bu konuyu daha da anlaşlır hale getirecek!

Şimdi kısaca özetleyecek olursak: Dünya hakkında bildiğimiz herşey duyularımızın bize ilettiği sinyallerden ibarettir. Bu sinyallerin beyne taşdığı bilgiler dışnda "Acaba bunların aslı nasıl bir şeydir, asılları ile bizim gördüklerimiz tamamen aynı özellikte midir?" gibi sorulara hiçbir zaman cevap veremeyiz; çünkü duyularımızı aşarak dışarı çıkmamız mümkün değildir. Bu yüzden ömrümüz boyunca beynimizin içinde, duyu organlarıyla algılanan bir dünyayı seyrederiz. Bakın, ünlü filozof Russell da, Felsefenin Problemleri adlı kitabında, bu problemle karşlaşnca ortaya nasıl bir durum çıktığını şöyle vurguluyor:

"Daha da ileri gitmeden önce şimdiye kadar keşfettiklerimizi değerlendirmek iyi olacak. Şu ana kadar belli oldu ki, duyularımız tarafından bilindiği farzedilen herhangi bir nesneyi ele aldığımızda, duyularımızın bize doğrudan aktardığı bilgiler, bizden bağımsız bir nesne hakkındaki gerçek değil, biz ve obje arasındaki ilişkilere bağlı duyu verilerindeki gerçekliktir. Bu yüzden, doğrudan gördüğümüz ve hissettiğimiz şey, bir 'görünüş'ten başka bir şey değildir ve biz bu görünüşün arkada duran bir 'gerçeğin' belirtisi olduğuna inanırız. Ama eğer gerçek olan gördüğümüz şey değilse, bir gerçeklik olduğunu bilmemiz mümkün mü?"3

SİBEL: Bir örnek verebilir miyim? Benim bilgisayar bölümünde okuduğumu biliyorsunuz, bu yüzden konuya hiç de yabancı olmadığımı tahmin etmişsinizdir. Bu konu benim ilgi alanıma giriyor. Belki bize biraz geç ulaşyor ama teknolojinin çok gelişmişolduğu ülkelerde eğlenceye ve eğitime yönelik birçok araç yapılıyor. Bunların büyük bir kısmında insan beyninde üç boyutlu görüntü oluşturan bilgisayar programlarının kullanıldığını siz de bilirsiniz. Bugün bütün çocukların başndan kalkamadığı üç boyutlu bilgisayar oyunlarında esas amaç, beşduyuyu etkileyerek çocuklara hayali bir ortamda gerçek hayat etkisi vermektir. Nasa'daki astronotlardan mimarlara, mühendislere kadar birçok meslekte eğitim, simülasyon denilen üç boyutlu görüntülerle yapılıyor. Bu simülasyonlarla yapılan uçuşeğitimindeki bir pilot gerçek hava koşullarıyla bilgisayarın ona yaşattığı hayali hava koşullarını ayırt edemiyor. Seyrettiğimiz yabancı bilim kurgu filmlerinin büyük bir kısmı insan hayatının görüntülerden oluşmasını veya beyinde oluşturulan sanal dünyaları konu olarak kullanıyor.

TOLGA: Sibel doğru söylüyor! Bilim dünyasındaki durum da farklı değil. Beşon sene evvel fazla önem taşmayan bu konu, bugün çok önemli bir hale geldi. Bu yönde o kadar yoğun çalışmalar var ki hiç olmayan bir dünyayı bilgisayarda elektrik sinyali olarak oluşturup insanlara bu sinyallerle istenilen görüntüyü yaşattırmak gittikçe kolaylaşyor. İnsanlar da buna çok alıştılar. Fizik, atom ve biyoloji konularında yapılan yoğun araştırmaların büyük bir kısmını da bu konu oluşturuyor.

MURAT: Çok haklısınız! Teknolojideki gelişmeler insanın bu konuyu daha çabuk anlamasını sağlayacak yeni örnekler ortaya koyuyor. Ancak şunu da belirtmeliyim ki, samimi ve önyargısız bakınca bu konuyu kavramak son derece kolay. Bu verdiğiniz örneklerin hiçbirini bilmesek bile bir şey değişmez, çünkü durum son derece açık. Daha önce bu konu üzerinde hiç düşünmemişya da bu konudan hiç haberi olmamışbir insanın öğrendikleri karşsında ilk anda biraz tepki göstermesi mümkün. Doğduğumuz andan itibaren doğru olarak kabul ettiğimiz bir şeyin açıklamasının aslında bizim bildiğimizden çok daha farklı olduğunu öğrenmek, bazı insanlarda çeşitli tepkilere yol açabiliyor. Ancak kişinin asıl amacı doğruyu öğrenmekse, gerçekleri direnmeden kabul etmesi gerekir.

Bu yüzden her gün yaşadığımız örnekler, bu gerçeği daha iyi kavramamızı sağlayacaktır. Ayrıca konunun teknik olarak açıklanması yetmez. Bunun da ötesine gidip bizi ne gibi sonuçlara ulaştırdığına bakmamız gerekiyor.

SABRİ: Aslında ben şu ana kadar anlattıklarınızı gayet iyi anladım. Ama sizin de söylediğiniz gibi bu konu bizi nereye ulaştıracak çok merak ediyorum. İnsanın bir anda böylesine yabancı olduğu bir konuya alışması biraz zor oluyor.

MURAT: Bence de hepiniz içinde bulunduğumuz durumu gayet iyi anladınız, bu zaten öyle anlaşlması zor bir şey değil. Bilimsel olarak da kabul edilmişaçık bir gerçek. Ancak bu konuda kesin kanaatinizin gelmesi gerekiyor, bu yüzden konuyu bir başka açıdan daha inceleyelim. Şimdi Sibel, bize seni çok etkileyen ve unutamadığın bir rüyanı anlatır mısın?

SİBEL: Daha dün akşam bir rüya gördüm ve çok etkilendim: …ormanda vahşi hayvanların saldırısına uğruyorum. Can havliyle ormanın patika yollarından var gücümle kaçarken ayağım çalılara takılıyor, düşüyorum. Aradaki mesafe bu düşme neticesinde daha da kısalıyor. Ormandaki bir kulübeye giriyorum. Kapıyı kapatıyorum ve içeriden kilitliyorum. Fakat vahşi hayvanlar pencereden girmeye çalışyorlar. Orada elime geçirdiğim bir demir çubukla ümitsizce kendimi savunmaya, vahşi hayvanları kaçırmaya çalışyorum. Tam bu sırada dışarıdan gelen korna sesi ile uyandım. Derin bir nefes alıp gördüğüm şeyin bir rüya olduğuna şükrettim.


Gözleriniz kapalı bir şekilde yatağınızda uyurken kendinizi bir anda rengarenk, çeşit çeşit canlı ile dolu bir ormanın içinde bulabilir, vahşi hayvanlardan kaçar, bundan dolayı da büyük korkular yaşayabilirsiniz. Rüyayı o kadar canlı yaşarsınız ki uykunuzdan uyandırılıncaya dek bunun bir rüya olduğuna ihtimal dahi vermezsiniz.

MURAT: Yaşadığımız hayatla uyurken gördüğümüz rüyalar arasında ne fark var? Belki de bunu hiç düşünmediniz hatta aklınıza bile gelmedi, ama rüyalar bu konuyu anlamakta bize çok yardımcı olacak. Bir rüya bizi çok etkilese bile günlük hayatın içine daldığımız andan itibaren hem etkisini hem de netliğini kaybeder. Biraz önce kan ter içinde bir kabustan uyanan bir insan, beşdakika sonra kahvaltısını yaparken rüyanın sarsıcı etkisinden kurtulmuşdurumdadır. Ya da güzel bir rüya görürken okula gitmesi için uyandırılan bir çocuk, rüyadaki mutluluğunu yüzünü yıkarken çoktan kaybetmiş durumdadır.

Rüyadaki olaylar bazen o kadar etkilidir ki insanlar kimi zaman uyanınca yaşadıklarının gerçek olup olmadığını düşünürler. Aslında uyandıktan sonra yaşadığımız hayatla uyurken gördüğümüz rüyalar arasında teknik olarak hiçbir fark yoktur. Bir insan rüya sırasında, uyanıkken yaptığı şeylerin hepsini yapabilir; konuşur, yemek yer, nefes alır, koşar, güler, ağlar, yaralanır, araba kullanır. Günlük hayatının bir kopyası olan rüya ortamında herşey zaten bildiği ve alışk olduğu şekliyle vardır. Bu yüzden rüyadaki olaylara sanki onlar gerçekmişgibi tepki verir. Bazen korku dolu bir rüyadan çığlık atarak uyanır bazen de gördüğü güzel bir rüyadan hiç uyanmak istemez.

SABRİ: Ben de geçen ay gerçeğe benzer bir rüya görmüştüm. Rüyamda sürat motoru ile denizin sularını yara yara sahilde turlar atıyordum. Komşular deniz kenarında toplanmış, yeni aldığım tekneyi hayranlıkla seyrediyor ben de onları etkilemek için daha çok gaza basıyordum. Denizin kokusunu, süratten meydana gelen sert rüzgarı ne kadar net hissettiğimi çok iyi hatırlıyorum. Motorun gücü yüksek olduğu için yer-gök motorun uğultusu ile inliyordu. Denizin suyu motor tur attığında zaman zaman üzerime sıçrıyor, gözlüğümün camına sıçrayan su damlalarını silmek mecburiyetinde kalıyordum. Son sürat giderken motorun altı bir kaya parçasına çarptı ve tekne batmaya başladı. Kendimi denize attım ve zar zor sahile kadar yüzerek kurtuldum. Uyandığımda ise, rüyanın etkisiyle kan ter içindeydim, uzun bir süre kayığa bile binemedim.


Rüyada hissettiklerimizle uyanınca hissettiklerimiz arasında hiçbir fark yoktur. Kalabalığın seslerini duyarız, yüksek dalgaların ortasındayken denize düştüğümüzü görür ve onun heyecanını tıpkı gerçek hayattaymış gibi yaşarız.

MURAT: Rüyada yaşadığımız olaylar ne kadar gerçekçi değil mi? Şimdi rüyalarınızdaki ayrıntıları hatırlamaya çalışn. Örneğin Sabri Bey, motorla giderken hissettiğiniz ayrıntıları; sesleri, renkleri, kokuları hatta rüyada yaşadığınız korku, açlık, neşe, sevgi gibi duyguları uyanıkken yaşadığınız hallerinden ayırt edebilir misiniz?

SABRİ: Herhalde edemem.

TOLGA: Sizi bilmem ama ben geçen gün gördüğüm rüyayla gerçek hayatı birbirine karıştırdım. O akşam erkenden uyumak istedim çünkü ertesi gün ailece Adalar'a yemek yemeye gidecektik. Kız kardeşim de kendi odasına uyumaya gitti. Yorgun olduğum için hemen uykuya daldım. Rüyamda kardeşimden yeni gömleğimi yıkamasını ve ütülemesini rica ettim. O da hem pantalonumu ütüledi hem de gömleğimi yıkayıp ütüledi. Bütün safhalarını gördüğüm bu işlemleri hep yakından takip ediyor, bizzat başnda duruyordum. Aysun, sabah kalktığımda hazır olacak şekilde istediklerimi yerine getirmişti. Sabah uyandığımda gördüklerim rüya mı, gerçek mi tam emin olamadım. Yani gerçekten kardeşim eşyalarımı ütülemişmiydi, yoksa bu bir rüya mıydı? Biraz düşünüp gerçek olduğuna kanaat getirdim ve gidip kız kardeşime teşekkür ettim. Kardeşim şaşrınca anladım ki bunların tümü rüyamdaki bir olaydı. Hemen lafı değiştirdim.

MURAT: Evet, çok doğru söylüyorsun, bazen rüyalar o kadar gerçek gibi olur ki insan, gerçek hayatla karıştırır. Ayrıca şunu tekrar tekrar hatırlatmak istiyorum: Rüya görürken hissettiklerimizle uyanınca hissettiklerimiz arasında hiçbir fark yoktur. Her iki durumda da aynı uyarılara aynı tepkileri veririz. Yani yemek yiyince tadını hisseder ve doyarız, tehlikeli bir durumda korkup kaçarız, neşeli bir durumda gülüp eğleniriz. Zaman zaman ilginç olaylar yaşasak da, hisler hiç değişmez.

SABRİ: Evet buna kesinlikle katılıyorum. Şu an bile denizde yüzerek kurtulmaya çalıştığım anda suyun ne kadar soğuk olduğunu hatırlıyor ve hatta hissedebiliyorum.

MURAT: Ancak tüm bunlardan daha da ilginç olan şey, rüyalarımızda yaşadığımız bu olayları nasıl gördüğümüzdür. Tolga sen söyler misin rüyalarımızı nerede görüyoruz?

TOLGA: Bu sorunun cevabı çok kolay. Elbetteki rüyaları da beynimizde görüyoruz. Yani günlük yaşamda nasıl herşeyi beynimizin algı merkezlerinde yaşyorsak, rüyada da bu şekilde yaşyoruz. Teknik olarak bir farklılık yok.

MURAT: Buraya kadar anlatılanları dinlediniz. Peki Sabri Bey siz söyleyin, gece gözümüz kapalı olduğu halde, karanlık beynimizin içinde bu kadar net ve renkli bir dünya nasıl oluşuyor? Güneşnasıl parlıyor, çiçekler nasıl rengarenk, deniz nasıl masmavi oluyor ve gözümüz kapalıyken bunları nasıl görebiliyoruz? Görmek için göze ihtiyacımız yok mu?

SABRİ: Bu sorulara verebilecek cevabım yok. Ne demek istediğini anladım. Az önce anlattığım rüya da bunun delili.



Filmde özel olarak tasarlanan bir simülatörle farklı boyutlar arasında yolculuk yapılmaktadır.


Filmin kahramanı bu simülatöre girer. Ve bedeni hiç hareket etmemesine rağmen, kendisini bambaşka bir dünyada bulur.
Kahramanın bedeni 20. yüzyılda simülatör aletindedir. Ancak o, kendisini 19. yüzyılda bulur. O herşeyi gerçek zannetmektedir ama aslında arabalar, insanlar, kendi kıyafeti, hatta kendi görüntüsü dahi sadece beynine gösterilen görüntülerden ibarettir. Hiçbiri gerçek değildir.
Son dönemde sinema filmlerinde bu gerçekle ilgili konular sık sık işlenmektedir. Yukarıda bazı sahnelerini gördüğünüz film bunun yüzlerce örneğinden biridir. Bir simülatöre bağlanarak tamamen farklı bir yaşantıya geçen, algılar dünyası içinde kendini gerçek dünyada zanneden insanlarla ilgili senaryolar son yıllarda sık sık karşımıza çıkmaktadır. Bu filmler, insanın aslında çok açık olan fakat düşünmediği için fark edemediği bu büyük gerçeği kolayca kavramasına yardımcı olmaktadır.

MURAT: Biz dışarıdan bir uyarı almasak da, bir başka deyişle dünya dediğimiz şeye ait uyarılar yani ışk, renk, boyut gibi özellikler doğrudan duyu organlarımıza gelmese bile görüp hissedebiliriz. Bütün bu algılama işlemleri sırasında bir dünyanın oluşması için duyu organlarının dışarıdan getirdiği sinyallere ihtiyacımız yok. Çünkü gören göz değildir, ya da duyan kulak değildir. Mesela bütün bu algılar suni olarak üretilip doğrudan beynimizin ilgili merkezlerine ulaştırılsa, hiç olmayan bir keki yer, hiç olmayan bir ülkeye gider, hiç olmayan bir çiçeği koklar ve bunların hayal olduğunu da anlayamazdık.

SABRİ: Nasıl yani?

MURAT: Mesela doyduğumuz zaman midemiz beynimize bir sinyal yollayarak dolduğunu bildirir. Eğer biz aynı sinyali hiç yemek yemeden beyne yollasak yine kendimizi doymuşhissederdik. Biraz önceki örnekte olduğu gibi, bir ağaca baktığınızı farz edin. Gözünüzün beyne gönderdiği ağaçla ilgili sinyaller vardır. Bunların aynısını biz suni olarak üretip ilgili sinirlere ulaştırsak, göze ihtiyaç olmadan da yine aynı ağacı görürdünüz.

TOLGA: Aslında biraz önce verdiğimiz sanal dünya örnekleri bu konuyu tam olarak açıklıyor. Bakın ben bu konuyu biraz daha genişletip birkaç örnek daha vereyim, iyice anlaşlması için.

Bildiğiniz gibi teknolojinin ilerlemesiyle birlikte simülatör denen sistemler pek çok alanda kullanılmaya başlandı. Takılan gözlüklü bir başlık ve eldiven bağlantısıyla hayali bir ortam oluşturulabiliyor ve bunları kullanan kişi bu ortamları aynen gerçek gibi yaşayabiliyor. Simülatörlerde kişinin eline taktığı eldiven, içindeki mekanizmanın etkisiyle parmak uçlarından beynine sinyaller gönderiyor ve bu sinyaller neticesinde kişi örneğin bir kediye dokunduğunu zannediyor. Ancak bu mekanizmanın benzeri kafasına taktığı kaskta da bulunuyor. Algının kusursuz olabilmesi için kasktan kişinin beynine sinyaller gidiyor ve bu sinyaller neticesinde kedinin görüntüsü de beyinde oluşuyor. Bunun yanı sıra kişiye kedinin sesi de dinletiliyor. Böylece hem görüntü hem ses hem de dokunma hissiyle algıda mükemmellik elde ediliyor. Ortada tek bir kedi bile yokken, kişi gerçekten bir kediyle karşkarşya olduğunu zannediyor.

SABRİ: Şimdi anladım!

SİBEL: Ben de anladım. Düşünsenize, anlattığım rüyayı görürken birisi rüyama girse ve bana "korkma, bir rüya görüyorsun, bunların hiçbiri gerçek değil, şu anda yatağında yatıyorsun, beyninin içindeki şeyleri seyrediyorsun" dese, onu çok sert bir şekilde tersler, bana vakit kaybettirdiği için de kızardım. Evet şimdi daha iyi anlıyorum, gece gördüğümüz rüyadaki görüntülerle, uyanınca görmeye devam ettiğim görüntüler arasında bilimsel olarak da, mantıksal olarak da bir fark yok. Zaten bilgisayarlarla, simülatörlerle böyle üç boyutlu ve gerçekçi görüntüler yapıp hiç olmayan bir ortamı insanlara yaşatmak artık sıradan bir olay haline gelmişdurumda.


Yukarıda bir simülatör aleti görülmektedir. Başa takılan gözlük suni görüntüler gösterirken, eldiven, insana, aslı olmayan maddelere dokunduğu hissi verir.

Bu, bana geçen gün seyrettiğim bir filmi de hatırlattı. Belki siz de izlemişsinizdir. Filmin konusu şu an konuştuğumuz örnekle aynıydı. Filmin kahramanları bir makinaya bağlanıp bilgisayar yardımıyla çok farklı mekanlarda, çok farklı şeyler yaparlarken buluyorlardı kendilerini. Örneğin, bir spor salonunda Uzakdoğu sporları yaptıklarını zannediyorlardı. Ama o sırada dar bir odada, bir koltukta oturuyor durumdaydılar. Üstelik filmin bir yerinde bir oyuncu başroldeki kişiye gördüğü şeylerin aslında görüntü olduğunu, o anda bir bilgisayara bağlı olduğunu, içinde dolaştıkları bütün şehrin, insanların, bilgisayar tarafından hazırlanmışgörüntüler olduğunu anlatmaya çalışyordu. Filmdeki kahraman inanmayınca bilgisayar bütün görüntüyü donduruyor, o zaman oyuncunun kanaati geliyordu.

TOLGA: Evet, o filmi ben de seyrettim ama hiç bu açıdan düşünmemiştim.


Yandaki karede görüldüğü gibi filmin kahramanı gerektiğinde insanüstü bir performans sergileyip, havada uçabilmektedir. Bunu son derece gerçekçi bir şekilde yaşamaktadır. Ancak bu, aslında bilgisayar tarafından beyinde yaşatılan bir hayalden ibarettir. Filmin kahramanı bu heyecan verici olayları yaşadığını zannederken, aslında koltuğunda oturmaktadır.

SABRİ: MURAT, ben de anladım ama bu konuyu biraz daha açar mısın? Ne kadar çok örnek verirseniz o kadar iyi anlaşlıyor!

Bahsi geçen filmde başrol oyuncusu üst karede görüldüğü gibi aslında bir koltukta bilgisayara bağlı vaziyette oturmaktadır. Ancak durum böyle olduğu halde kendisini ortadaki karede görüldüğü gibi Uzakdoğu sporları yaparken veya alttaki karede görüldüğü gibi kurşunlara hedef olmayacak kadar olağandışı bir hızla hareket ederken bulmaktadır. Üstelik herşey öylesine gerçekçidir ki aktör gözünü koltukta açtığında büyük bir şaşkınlık yaşamaktadır. Bu da bir ortamı insanlara yaşatmak için dışardaki somut gerçekliğe ihtiyaç olmadığının kanıtıdır.

MURAT: Elbette! Bak şimdi senin rüyana dönelim, rüyanda denizde yüzerken suyun soğukluğunu, suyun kaldırma gücünü, ağzına kaçan deniz suyunun tuzlu tadını, denizin kokusunu, kulaç atarken meydana gelen yorgunluğunu, dalgaların, martıların sesini, kulaç atarken sudan çıkan sesleri, yüzerken suda meydana gelen dalgalanmayı, köpürmeyi ve daha yüzlerce, binlerce detayı topluca hissetmedin mi?


İnsan rüyasında da yukarıdaki karelerde görülen işlerin hepsini yapar; telefonda konuşur, ofiste çalışır, kayak yapar, gazete okur, seyahat eder, çocuğuyla oynar. Rüya görmesine rağmen tüm bunlar son derece gerçekçidir. Aynı şey dünya hayatı için de geçerlidir. Aslında her ikisi de yani rüyada yaşananlar da dünyada yaşananlar da beyinde algılanan görüntüler bütünüdür. İnsanın, her an muhatap olduğu bu olağanüstü gerçeği iyice sindirerek düşünmesi gerekir.

SABRİ: Evet.

MURAT: Bu kadar çok ve alışk olduğun ayrıntı yüzünden görüntünün gerçek olduğuna tam ikna oldun değil mi?

SABRİ: Evet.

MURAT: İşte dünya hayatı da rüyadaki algılar bütünü gibi ve hatta daha da fazla inandırıcıdır. Algıladığımız uyarılar o kadar fazla, detaylı ve nettir ki birçok kişi, aksine ihtimal dahi vermeden, ömrünün sonuna kadar gördüğü herşeyin aslıyla muhatap olduğunu zannederek yaşar. Ta ki ölünceye kadar... Oysa aynı şey rüyan için de geçerli. Demin de konuştuk, rüyanda da girdiğin denizin, oturduğun koltuğun aslıyla muhatap olduğunu zannediyorsun. Kısacası iyi düşünürsen rüyanda yaşadığın şeylerin de, uyanınca yaşadığın hayatın da aynı görüntülerden oluştuğunu anlarsın.

SABRİ: Bunu anlıyorum ama rüyadan uyanınca dünyaya geri dönüyorum. Yani gerçek dünya, ben rüya görürken olduğu yerde duruyor. Bu yüzden algıların dışndaki maddi dünyanın varlığı ortada değil mi?

MURAT: Aslına bakarsan maddi dünya dediğimiz şey, hakkında hiçbir bilgimiz olmayan, nasıl bir şeye benzediğini de asla öğrenemeyeceğimiz bir mekandır. Algılarımız dışnda, kendi başna bir maddeyi biz asla göremez ve ona asla dokunamayız. İnsan, gözünü açtığı günden itibaren hep algılarla muhatap olur; okulu, ailesi, oyuncakları, yediği yemek, bindiği araba, arkadaşları, karşsındaki güzel bir manzara, evi, odası, işyeri yani hayatını oluşturan herşey beyninde seyrettiği bir filmden ibarettir. İnsan duyularından asla sıyrılamayacağı için dışarıda ne var diye gidip bakması, görmesi de mümkün değildir. Bu yüzden aslında her insan ömrü boyunca beyninin içindeki dünya görüntüsüyle muhatap olarak yaşar.

SABRİ: Ama insanlar aya gidiyor ya da ben uçağa binip başka şehre gidebiliyorum, demek ki bir mesafe var!

MURAT: Aslında mesafe, derinlik, büyüklük gibi kavramlar da görüntünün bir parçasını oluşturuyor. Basit örneklerle bunu anlamak mümkün. Gece rüyanda ayı ve yıldızları görebiliyor musun? Ya da anlattığın rüyada olduğu gibi tekneye binip dolaşabiliyor musun?

Mesafe, büyüklük ve derinlik gibi kavramlar sizi yanıltmasın. Çünkü rüyanızda da bu kavramların varlığıyla karşılaşırsınız. Nasıl ki gerçek hayatınızda gökyüzüne baktığınızda ay ve yıldızları kendinizden belirli bir uzaklıkta görüyorsanız, rüyanızda da aynı şekilde görürsünüz. Ama aslında onlar beyninizdeki görme merkezindedir.

SABRİ: Evet…

MURAT: Rüyandaki ay ve yıldızlar uyanık halinde gördüğün yıldızlarla aynı mesafede değil mi?

SABRİ: Evet ama…

TOLGA: Ben cevap verebilir miyim? Bunu optik dersinde okumuştuk! Mesafe dediğimiz şey bir çeşit üç boyutlu görme şeklidir. Görüntülerde mesafe ve derinlik hissini uyandıran şey perspektif, gölge ve hareket dediğimiz unsurlardır.

MURAT: Çok doğru! Optik biliminde boşluk (space) algısı denilen bu algı şekli de renk algısı gibi çok karmaşk sistemlere sahiptir ama basit bir dille anlatmak gerekirse şöyle söyleyebiliriz: Aslında gözümüze gelen görüntü sadece iki boyutludur. Yani yükseklik ve genişlik ölçülerine sahiptir. Göz merceğine gelen görüntülerin boyutları ve iki gözün aynı anda iki farklı görüntü görmesi derinlik ve mesafe hissini oluşturur. Yani bizim her bir gözümüze düşen görüntü diğer göze gelen görüntüden açı, ışk gibi unsurlar açısından farklıdır. Beyin bu iki farklı görüntüyü tek bir resim haline getirerek derinlik ve mesafe hissini oluşturur.

Hadi bunu daha iyi anlamak için bir deney yapalım. Tolga sen denek olur musun?

TOLGA: Memnuniyetle!

MURAT: Önce sağ kolunu iyice ileri uzat ve işaret parmağını göster. Şimdi gözlerini parmağına odaklayıp sırayla sağ ve sol gözlerini kapatıp aç. İki gözüne farklı iki görüntü geldiği için parmağının hafifçe yer değiştirdiğini veya kaydığını göreceksin. Şimdi gözünü sağ işaret parmağında odaklamaya devam ederken sol işaret parmağını mümkün olduğu kadar gözlerine yaklaştır. Yakında olan parmağının çift görüntü oluşturduğunu fark edeceksin, bu ise algı sisteminde uzaktaki parmağından farklı bir derinlik oluştuğunun delilidir. Şimdi bu durumdayken gözlerini sırayla kapatıp açarsan yakındaki parmağın daha fazla yer değiştirdiğini göreceksin çünkü iki göze düşen görüntülerin farkı artmıştır.


Yukarıdaki şemada görüldüğü gibi aslında göz 2 boyutlu bir görüntüyle muhataptır. Görme işlemi sırasında her iki göze düşen görüntü sonradan tek bir resim haline getirilir. Böylece 3 boyutlu bir görüntü elde edilir.

TOLGA: Evet doğru söylüyorsun!

SİBEL: Ben de yaptım…Şimdi aklıma geldi, üç boyutlu film yaparken de bu teknik kullanılıyor; iki farklı açıdan çekilen görüntü aynı ekran üzerine yansıtılıyor. Seyirciler renk filtresi veya polarize filtreli özel gözlükler takıyorlar. Gözlüğün camındaki filtreler iki görüntüden birini yakalıyor, beyin bunları birleştirip üç boyutlu görüntü haline getiriyor öyle değil mi?

MURAT: Doğru! Şimdi başka bir deney yapalım. Sibel, tek gözünü kapatıp etrafına bakar mısın? Derinlik algılamaya devam ediyorsun değil mi? Peki üç boyut gibi keskin bir algı nasıl oluyor da tek, iki boyutlu bir retinada oluşabiliyor?

Bunun cevabı, tek gözle bakıldığında etkili olan derinlik unsurlarında saklıdır.

İki boyutlu bir retinada derinlik hissinin oluşması, iki boyutlu bir resimde gerçekçi bir derinlik hissi oluşturmaya çalışan ressamın kullandığı tekniğe çok benzer. Bazı ressamlar bu derinlik hissini oluşturmada çok başarılıdırlar. Derinlik hissini oluşturan bazı önemli unsurlar vardır, bunlar: nesnelerin üst üste yerleşmesi, atmosfer perspektifi, doku değişimi, doğrusal perspektif, boyut, yükseklik ve harekettir. Size bunlarla ilgili resimler de getirdim.

MURAT: Üst üste gelen görüntüler derinlik hissinin oluşmasında çok önemli bir unsurdur. Sabri Bey deney sırası sizde. Şimdi şu iki kalemin birini bir elinize diğerini de öbür elinize alın. Gözlerinizin biraz uzağında tutun ama üst üste gelmesinler. Şimdi bir kalemi azıcık uzaklaştırın ve tek gözünüzü kapatın. İki gözle bakmayınca hangisinin daha uzakta olduğunu anlamak ne kadar zor değil mi?

SABRİ: Evet haklısın!

MURAT: Şimdi bir gözünüz kapalı olarak iki kalemi birbirine yaklaştırın ve bir tanesini diğerinin üstüne getirin, şimdi derinlik ve mesafe daha kolay ölçülüyor değil mi?

SABRİ: Doğru!

MURAT: Çok ünlü bir Amerikalı psikolog olan James J. Gibson, doku değişiminin derinlik hissinde ne kadar önemli olduğunu ilk olarak anlayanlardandı. Dolaştığımız yüzey, yol ya da çiçeklerle dolu bir tarla aslında bir dokudur. Bize yakın olan dokular daha detaylı, uzakta kalanlar ise daha silik gözükür. Bu yüzden bir doku üzerine yerleştirilen nesnelerin mesafesi hakkında yargıda bulunmak daha kolaydır.

SİBEL: Sen bunu söyleyince dün gördüğümüz ayçiçeği tarlası aklıma geldi, bütün bunları birleştirdiğimde, tarlanın bana neden uçsuz bucaksız göründüğünü daha iyi kavrıyorum.

Üç boyutlu film izlerken iki farklı açıdan özel çekilen görüntü aynı ekran üzerine yansıtılır. Takılan gözlük sayesinde beyinde 3 boyutlu görüntü elde edilir. Yani aslında seyircilerin karşısında 3 boyutlu bir görüntü yoktur. Fakat özel bir teknikle bu elde edilir. Benzer şekilde insanın dünya hayatında gördüğü görüntülerin 3 boyutlu oluşu da onu yanıltmaktadır.

MURAT: Ayrıca burada gölge ve ışk unsurları da devreye girerek üç boyutlu görüntüyü tamamlar. Mesela ressamların yaptığı resimleri hayranlıkla seyretmemizin nedeni, gölge ve perspektif unsurlarını kullanarak resme verdikleri derinlik ve gerçekçilik hissidir. Perspektif, uzaktaki şeylerin gören kişiye göre yakındaki şeylere oranla daha küçük olarak gözükmesinden kaynaklanır. Mesela bir manzara resmine baktığında uzaktaki ağaçlar küçük, yakındaki ağaçlar büyük gözükür ya da arka plandaki dağ görüntüsü ön planda duran insan görüntüsünden daha küçük çizilir. Doğrusal perspektifte ise ressamlar paralel çizgileri kullanırlar. Mesela tren rayları ufuk çizgisinde birleşerek mesafe ve derinlik hissini oluşturur.

SİBEL: Sonuçta mesafe ve derinlik dediğimiz şeyin de beynimizde oluşan bir algı olduğu ortaya çıktı!

MURAT: Doğru, işte bu unsurların görüntüde üstün bir ilim ve sanatla kullanılmışolması ve sayısız miktarda ayrıntının biraraya gelmesi sonucunda, ortaya algılarımızdan oluşan ama çok gerçekçi ve inandırıcı bir dünya çıkıyor.

SABRİ: Yani şey gibi mi? Eskiden siyah-beyaz televizyonlarda karlı görüntüleri seyrederdik ama o kadar etkileyici olmazdı, şimdi sinemaya gidince iyi çekilmişbir film olursa insan kendini kaptırıyor sanki gerçekmişgibi hissediyor. Geçen gün ailece dinozorları anlatan üç boyutlu bir filme gittik, filmi seyretmemiz için birer tane üç boyut gözlüğü verdiler, ben bile dinozorları canlı zannettim, hele çocukları hiç ikna edemedim. Sanki canavarlar sahneden çıkıp üzerimize gelecek gibi oluyordu.

Yanda ve üstte, ressamların gölge ve perspektif unsurlarını kullanarak resme verdikleri derinlik ve gerçekçilik görülmektedir. Bu resimlerin tümü aslında düz bir satıhtadır ama, yapılan çizim derinlik varmış izlenimi uyandırmaktadır.

MURAT: Evet Sabri Bey, haklısınız. Bir görüntüde ayrıntılar, yani ışk, gölge, boyutlar ne kadar ayrıntılı işlenirse o görüntü o kadar gerçekçi olur ve duyularımızı aldatır. Böylece biz üçüncü boyut olan derinlik ve mesafe varmışgibi hareket ederiz. Halbuki bütün görüntüler bir film karesi gibi tek bir satıh üzerinde bulunur. Beynimizdeki görme merkezi 1cm3'lük bir hacme sahiptir, yani bir nohuttan bile küçük! Bütün o uzak mesafeler, uzaktaki evler, gökteki yıldızlar, ay, güneş, havada uçan uçak, kuşlar gibi görüntüler bu küçük mekanda yer alır. Yani sizin bakıp binlerce kilometre yukarıda dediğiniz bir uçakla, elinizi uzatıp tutabildiğiniz bardak arasında teknik olarak bir mesafe yoktur, tümü beyninizdeki algı merkezinde tek bir satıh üzerindedir.

SABRİ: Bu konuyu ben de anladım. Görüntü, ses, tat gibi, mesafe ve derinlik hissinin de beynin bir özelliği olduğu konusunda bir şüphem kalmadı. Ancak bu neyi değiştirir, ben onu tam anlayamadım. Yani herşeyin görüntüsünün beynimde olması ne fark eder?

MURAT: O zaman şu sorulara cevap verin: Algılar dışnda, kendi başna maddi bir dünya ile muhatap olduğumuzu neye dayanarak iddia edebiliriz? Herşeyin aslı ile karşkarşya olduğumuz konusunda bir delilimiz var mı?

SABRİ: Dur biraz düşüneyim… Şu ana kadar konuştuklarımızı göz önünde bulundurursak elimizde bir delil olmadığı ortaya çıkıyor. Ama bu görüntülerin kaynağı olan somut, mutlak maddi nesneler olmalı, öyle değil mi?


Bu resimlere baktığınızda her birinde bir derinlik hissi ve mesafe görülür. Örneğin en üstteki resimde size yakın ve uzak ağaçlar vardır. Oysa gerçekte bu iki boyutlu bir resimdir ve tüm ağaçlar aslında aynı satıhta yer almaktadır. Ancak perspektif sanatı kullanılarak böyle bir derinlik elde edilmiştir. O halde hayatımız boyunca muhatap olduğumuz görüntülerin de aslında tek bir satıhta olması mümkündür.

MURAT: Sabri Bey, sizin mutlak madde dediğiniz şey nedir ?

SABRİ: İşte elle tuttuğum gözle gördüğüm, tek başna var olan, boşlukta yer kaplayan, kütlesi ve hacmi olan herşey.

MURAT: Mesela şu ileride duran sizin arabanız maddi bir nesne midir?

SABRİ: Evet.

MURAT: Arabayı madde yapan özellikler nelerdir?

SABRİ: Yapımında kullanılan metaller, boyalar sonra büyüklüğü ve ağırlığı gibi şeyler.

MURAT: O halde demin konuştuğumuz şeylere geri dönersek, algılarımızın bize ulaştırdığı araba görüntüsünden renk, sertlik, ışk, derinlik gibi sadece algıyla ortaya çıkan hisleri kaldırırsak geriye ne kalır? Daha doğrusu şöyle soralım: Duyu organlarınızdan beyninize giden sinirleri kessek veya bir süre durdursak, karşnızda ne kalır?

SABRİ: Hiçbir şey!

Soldaki resimde kişiyle uçaklar arasında bir uzaklık olduğu vurgulanmıştır. Sağda ise elde tutulan bardak uçaklara kıyasla çok yakın görünmektedir. Gerçekte ise uzaktaki uçaklar da, adamın elindeki bardak da tek bir satıhtadır. Kişilerle bu nesneler arasında bir uzaklık yoktur. Her iki görüntü de beyindeki algı merkezindedir.

MURAT: Size burada hemen Bertrand Russell'dan bir alıntı aktarmak istiyorum. Bu, şu ana kadar konuştuklarımızı zihninizde daha da iyi canlandıracaktır. Russell bu konuda şunları söylüyor: "…Parmaklarımızla masaya bastığımız zamanki dokunma duyusuna gelince, bu, parmak uçlarındaki elektron ve protonlar üzerinde bir elektrik etkisidir. Modern fiziğe göre, masadaki elektron ve protonların yakınlığından oluşmuştur. Eğer parmak uçlarımızdaki aynı etki, bir başka yolla ortaya çıkmışolsaydı, hiç masa olmamasına rağmen aynı şeyi hissedecektik."4 Yani siz arabanıza dokunduğunuzu düşündüğünüzde bu, parmak uçlarınızdaki elektron ve protonların beyninize ilettiği sinyallerdir.

Bu konuyu rüyalarla da açıklamak mümkündür. Sabri Bey, rüyada gördüğümüz araba görüntülerinin maddi gerçeklikleri var mı? Kendi arabanızı rüyanızda görseniz, aynı şeyi söylemeyecek misiniz?

SABRİ: Elbette ki yok, dolayısıyla söylediğinizi kabul ediyorum. Buradan da anlıyoruz ki, madde denilen şeyin gerçeğinin ne olduğunu tam olarak bilmiyoruz.

MURAT: Merak etmeyin Sabri Bey, bunu hiç kimse bilmiyor. Madde denilen herşey sadece birer algıdır bizim için. Algılarımız bize sadece renk, ışk, tat, koku gibi görüntüyü oluşturan hisleri ulaştırır ama bunlardan ayrı olarak madde diye bir şey hakkında bir bilgi ulaştırmazlar. Bu yüzden biz, dışmızdaki dünyanın gerçekte nasıl olduğunu hiçbir zaman bilemeyiz. Bilimin ulaştığı sonuç da budur. Herşeyin yalnızca maddesel varlıklardan oluştuğunu iddia edenlerin ise bunu ispatlama noktasında verecekleri bir cevap yoktur. Bütün ömrümüz boyunca sadece zihnimizdeki görüntüleri gördüğümüz ve bütün dünyamız bu görüntülerden ibaret olduğu için madde adı verilen ve duyularımızın dışndaki bir mekanda bulunan şeyi tarif etmek, hakkında yorum yapmak mümkün değildir. Çünkü bu, doğuştan kör bir insanın renkler hakkında yorum yapmasına benzer bir şeydir. Renkleri hiç görmemiştir ki tarifini yapsın. Böyle bir tarif yapmaya kalkışan bir kişi sadece varsayımda bulunmaktadır.


Şayet beyne bir bilgisayar bağlansa ve bilgisayardan beyne dokunma hissini oluşturacak elektrik sinyalleri gönderilse, gerçekte bir dokunma olayı olmadığı halde kişi dokunduğunu zannedebilir. Simülatör örneğinden de hatırlanacağı gibi bunu başarmak mümkündür.

TOLGA: Murat, şimdi aklıma geçen gün yaşadığım bir olay geldi. İki arkadaşmla beraber yazlık evimizin önünde dolunayı sabit, küçük bir teleskopla seyrediyorduk. Arkadaşma "Ayın dolunay olarak görünüşü çok güzel, bu kadar uzaktan böyle pırıl pırıl parlaması da çok etkileyici, kraterleri, dağları bile belli oluyor. Uzaklığı binlerce kilometreymiş, müthişbir uzaklık!" derken gözümün alt kapağı kaşndı. Kaşmaya başlayınca ayın, aşağı yukarı çeşitli yönlere hareket ettiğini gördüm. Gözümü teleskoptan ayırdım. Bir gözüm kapalı olarak gözümü kaşmaya devam ettim. Yazlıklar da, arkadaşm da, boydan boya deniz ve yazlıktaki bütün evler de kaşmanın şekline göre çeşitli yönlerde hareket ediyordu. Ay gerçekten de binlerce kilometre uzakta olsa, göz kapağının kaşnması kadar basit bir işlemle bu kadar hareket eder miydi? Arkadaşm, sahil, yazlıktaki evler, deniz çeşitli uzaklıklarda görünüyordu. Ama hepsi basit bir göz kaşma hareketiyle toptan hareketleniyordu. Şimdi daha iyi anlıyorum ki dışarıda olduğunu düşündüğüm ve uzakta zannettiğim birşeyi seyrettiğimi sandığımda aslında yanılıyormuşum. Gerçekte ay da, diğer nesneler de ve hatta kendim de aynı yerdeymişim. Bunların hepsi yalnızca beynimde oluşan 3 boyutlu bir görüntüymüş.

MURAT: Çok güzel! Şimdi bir kere daha tekrar edelim. Yolda yürüyen bir insan aslında beyninin içindeki yolda yürür, beyninin içindeki arabalar yanından geçer. Tıpkı rüyasında yürüdüğü gibi tenha bir yolda yürürken Tolga''nın yaptığı gibi iki gözümüzün alt kapaklarını hafifçe ovuşturmamız bize bu gerçeği daha iyi hatırlatır. Yol ve ağaçlar çeşitli yönlere doğru hareketlenir. Bu, beynimizin içindeki görüntünün hareketlenmesidir. Seyrettiğimiz televizyonun anteni ile uğraşldığında nasıl görüntü hareketlenirse burada da aynı sistem vardır. Beynimizin içindeki televizyonun karşsında oturmuşonu seyreden bir insan konumundayız, görüntüde ne gösterilirse onu seyrederiz. Yemek yemek, yolda yürümek, okula gitmek, işdönüşü arkadaşlarla buluşmak; yani bütün hayatımızı sanki bir video kasetteki film gibi seyrederiz. Görüntü, ses, koku, tat, dokunma duyusu beyinde hissedilen duyulardır. Yani dışdünyamızı, iç dünyamızda yaşarız. Beynimizin içindeki küçük evimizde bütün hayatımızı geçiririz. Oradaki TV'den dışarıyı seyrederiz. Bütün bunları beynimizin içindeki 1 cm3'lük "hücremiz"de yaşarız. O "hücremiz"den hiç çıkmadan bir ömür süreriz.

Tolga'nın verdiği örnek üzerine düşünülecek olunursa, kişi aya baktığında da teleskoba ya da karşısındaki manzaraya baktığında da aslında aynı satıhtaki görüntülere bakmaktadır. Oysa bunlar insanı farklı mesafelerdeymiş gibi yanıltabilmektedir. Bu tür farklı uzaklıklara bakıp siz de Tolga gibi göz kapağınızın altını kaşıyacak olursanız baktığınız şeylerin sabit durmadığını, hareketlendiğini görürsünüz.

TOLGA: Mesela renk körü olan bir insanın dünyayı farklı renklerde görmesi de bu konuya delil olur mu?

MURAT: Galiba bu konuyu iyice anladınız. Evet sizin de söylediğiniz gibi, insan bir ömür boyu bu görüntüleri seyrettiği için algıları ona ne ulaştırırsa dünyayı o şekilde algılar. Duyu organlarında oluşan hasarlar bozuk bir algıya yol açar, bu yüzden bir renk körü gerçek rengi anlayamaz. Göz hastaları dünyayı bulanık görür.

SABRİ: Anlıyorum…

MURAT: İnsan ömrü boyunca bu görüntülerin dışna çıkamaz, bu yüzden gördüğümüz şeylerin bizim gördüğümüz şekilde olduklarını iddia etmek, bunların gerçekleriyle muhatap olduğunu düşünmek mantıksız ve faydasızdır.

TOLGA: Bir dakika Murat, ben bir şey sormak istiyorum, bu konuyu bilen çok kişi var mı? Daha önce bu konuyu gündeme getiren, anlatan insanlar olmuşmu?

MURAT: Demin de söylediğim gibi bu gerçeği keşfetmişsayısız insan var. Sadece düşünce alanında değil, bilimin; fizik, atom, astronomi gibi konularında çalışan, hepimizin adlarını çokça duyduğumuz ünlü bilim adamları da bu konuyu bir şekilde anlayıp kendilerince yorumlamışlar. Materyalist düşünürler, mesela Marx, Lenin gibi insanlar da bu konuyu o dönemde öğrenmişler ama kendi maddeci görüşleri açısından çok tehlikeli görmüşler. Bu yüzden her ne kadar gerçeği bilseler de böyle bir şeyi kabul etmenin kendi çıkarlarını engelleyeceğini fark edip bu gerçeğe karşönlemler almaya çalışmışlar. İstersen sana gerekli kaynakları vereyim, sen de bir araştırma yap, sonuçlarını yarın konuşuruz.